Musa Gazeli

Ey Musa!

Ne zaman dokunacak elindeki asa
Bağrımdaki bu sert kayaya
Hangi mevsimde yarılacak içimin kızıl denizi
Ve hangi dostla ulaşacağım karşı kıyıya?
N’olur yanlış anlama beni,
Ne vaat edilmiş toprakların peşindeyim
Ne bıldırcın eti
Ne kudret helvası
Varsa yoksa bir sarı buzağıdır
Kalbimin tüm mirası
Ki;
En sevdiği şey değil midir insanın
Kendi elleriyle yaptığı tanrısı
Ben de onu kurban etmek isterim işte
Lakin
Bilemem nasıl vuracağım bıçağı
Çünkü ellerim Musa
Ellerimde ahir zaman romatizması
Oysa ben
Bir bebek gibi ilkin,
Ellerimle tanımak isterim dünyayı
Çünkü derim,
Tanıdıkça daha bir kolay tırmanırım Sina’yı
Hem belki bu ellerle kucaklarım
Hızır ile İlyas’ı
Fakat ellerim Musa
Ellerim
Parmaklarım
Ve dahi hırsından
Yenmiştir tırnaklarım
Çünkü içimde Musa
Seninkinden de zorlu
Bir kavim taşımaktayım
Bak mesela,
Burası Tih Çölüm benim
Şurası Tur dağım,
Ve az ilerde Firavun tapınağım
Üstelik pek sık
Afetlere maruz kalır toprağım
Kimi zaman
tufan tutar göklerimi
Kiminde
çekirgeler istila eder benliğimi
Ben de kundaklara sarıp ruhumu
Bırakmak isterim bir nehre
annen gibi
Kim bilir
Belki de bir Asiye bulur beni
Musa!
Ey Allah’ın kelimesi!
Bilirim,
boşuna değildir
Harun’un canına kardeş gelmesi
Ya kan bağı olmayanlar Musa
Islah etmek için içlerindeki kavmi
Can bağıyla yüklenirlerse hakikati
Söylesene,
hangi zeytinin dalında
ve
hangi incirin balında
erbaine niyet etmeleri gerekli?

Arsiv içinde yayınlandı | , , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Matruska

Çünkü onlar bilmiyor yavrum
Nasıl yansır suya
İçsel bir hikayenin silüeti
Sen biliyorsun ama
Neden yükselir sesi bir annenin
Ve nasıl gün boyu
kıyıya vurur kendini.


Çünkü onlar bilmiyor yavrum
Anneliği;
yaş aldırmak,
okula yazdırmak
ve bıkıp usanmadan peşin sıra
Halıdan oyuncakları kaldırmak sanıyorlar.
Ya da annelik deyince
Daha çok yedirmeyi
Daha kalın giydirmeyi
Ve daha öfkesiz evlat yetiştirmeyi hatırlıyorlar..


Oysa tüm bunlar kabuğu
Çoğu kadının kalbinin üzerinde
Annesinden hatıra taşıdığı yaralarının.
Kabuğu bunlar
oldurmaya çalıştıkça ölen yanlarının
kabuğu;
uğruna saçların süpürge edildiği
insan yetiştirme sanatının…
Yok, sakın yanlış anlama
Kızmıyor ya da kırılmıyorum onlara
Çünkü seninle öğrendim ben
Doğum;
bedenden ruha çoğalan bir matruşka gibi
O yüzden zordur annekadınlar için
Dengede tutmak benliği..


Çünkü;
kabul edemediği gebelikleri vardır her kadının içinde
Düşükleri olmuştur elbet
hayallerinin toz pembesinde
Ya da
bir başına kalınca imtihanların ortasında
birikince keşkeleri,
çoğalınca pişmanlıkları
vardır kendi elleriyle yana yakıla
gerçekleştirdiği kürtajları..
vardır,
bir adı da ‘açmamış tomurcuk gül’ olan hatunların
dokuz ay karnında taşıdığı
dile söze gelmez acıları.
ve tam doğuracakken içinden
nur topu gibi bir kendi’ni
vardır,
tahammül edilemeyen sancıların
kadınların ruhunu yormuşluğu
ve çaresizce
tekamül vaadetmeyen doktorlara
teslim olmuşluğu
vardır,
hiç kendine gebe kalmamış ebelerin
bebeğin eşini içerde unutmuşluğu
ve belki de bu yüzdendir kadınların
imtihan aynalarındaki
sır’rın soyulmuşluğu…


Çünkü onlar bilmiyor yavrum
Ne ebeler, ne doktorlar..
Nasıl sıcağın gözünde sular, kadınlar
yeşillensin diye annelik bahçelerini
ne çok özenle budarlar,
fedakarlık güllerini
ve nasıl ayrıştırırlar kuru yapraklardan
sabır sıklemenlerini…
Bilmiyorlar
daldıkça bir anne, bahçesini tımara
nasıl birikir su
çiçek köklerindeki çukura
ve suyu görünce neden çıkarır börtü böcek
başını, yuvasından dışarıya.
Bilmiyorlar,
aynı o böcekler gibi
Gün yüzüne çıkar annenin de
çocukluk hikayesi..

Bilmiyorum, böylesine derinden duyman sesimi
Her şiirimde adımlaman içimdeki ülkeyi
Ne kadar değiştirecek senin hikayeni
Bilmiyorum,
utanacak mıyım yıllar sonra
Okuduğunda bu satırları
Ya da gösterecek mi sana
Kendine ulaşacağın patikaları..
Kim bilir belki
Ne çok yazmış, diyeceksin arkamdan
Ne çok yanmış..
Ya da belki mırıldanarak
nasıl içini bunca derin kazmış
O gün hayatta olursam
Sen bu hikayeye dahil olurken
Bir örtü yayacağım kucağına
Ve bir avuç ekşi maya, avucuna.
Tadına bak, diyeceğim sana
Kıvamını bulsun diye
Bir tutam ekşi katmıştır Yaratan,
büyümenin hamuruna

O yüzden boy atarken
ağrır çocukların eklemleri
O yüzden anne olunca
bozulur kadınların denklemleri..

Arsiv içinde yayınlandı | , , , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Kivi

Bir yarışma programına denk geldim
Geçen gün televizyonda
Daha hızlı olgunlaşmasını istiyorsanız, diyordu
Pazardan aldığınız kivilerin
Olgun meyvelerin yanında
Bir müddet bekletin.
Yorgundum, devamını izleyemedim.
Lakin imkân olsaydı arayıp
Canlı bağlanmayı deneyecektim.


Ben diyecektim
İsmini vermek istemeyen bir seyirci
Evli,
İşte bildiğiniz klasiklerdendir, hikâyesi.
İçinde, bir türlü büyüyemeyen bir kız,
Kucağında iki küçük bebeği
Ve bir de eşini sayarsanız eğer
Ben diyeyim dört çocuk
Siz düşleyin zorlu bir varoluş serencamesi…
Soruma gelecek olursak efendim,
Az önce dediniz ki
Olgunların yanına koyun hamları
Çünkü birbirine dokundukça
Lezzete inkılab edecek, acılıkları
Söylediklerinizi dinlerken ben
Buzdolabının önünde buluverdim kendimi
Poşetlerinden çıkarıp yan yana
Sepete yerleştirdim meyveleri
Fakat tam kapısını kapatacakken dolabın
İçimde derin bir ürperti
Hayatım gözleriminin önünden geçerken
Bir ses usul usul seslendi:


Otuz yılı aşkın süredir
Aynı ağacın üzerinde
Sallanmakta yüreğin.
Ne kara kışta düştün dalından
Ne de ilkbaharda
Çiçeklendin canından
Ne söküp aldı bu âlemden acı bir yel, seni
Ne budadı bahçıvanın
Kuruyup kalmış gövdeni.
Öylesine tatsız tuzsuz
Ve öylesine ham bir meyvesin ki
Kuşlar bile bu mevsim
Didiklemeden gövdeni,
uçup gitti.
Meyve kurtları desen, bilirsiniz.
Dilinden bal akanları
Ve kendini cömertçe paylaşanları
Yurt belliyorlar ekseri.
Hatta konu komşu bile uyanmış
Daha doğaldır diye, pazara gidince
Çürük çarık meyveleri alıyorlarmış.
Hâsılı, cancağızım
sen böyle
Sert duruşlu, garip huylu
İndirim reyonlarına koysan da
Kimselere beğendiremezsin ruhunu…


Haklısın dedim,
gaipten gelen bu sese
Haklısın ama kim bilir belki de
Hemen kıramıyorum diyedir kabuğumu
İlk düştüğüm avuçta
Ya da beni tanıdıkça dostlarım
buruk bir tat bırakıyordur yaralarım,
ağızlarında.
Hem sen bilmiyorsun
Ne olduracak kadar besledi beni toprağım
Ne öldürecek kadar gevşetti iplerimi…
Öylece kalakaldım kendimin kuytusunda
Belki de bu yüzden uzamadı ağacımın boyu
Yeterince göremedim güneşi.
Ya da hakkıyla ememedim çocukluğumun göğsünden
Yaşama sevinci içeren mineralleri…

İşte böyle efendim,
Bir bilseniz bu garip ses bana
Daha neler neler söyledi
Ama
Yormak istemiyorum artık sizi
Zaten anlamışsınızdır bunca laf-u güzaftan
Eni konu bir olmamışlık hissi…
İşte ben de bu yüzden bölmüştüm muhabbetinizi
Rica etsem söyler misiniz hanfendiciğim
Bir kivi kadar
Taze ve lezzetli hissedebilmem için kendimi
Hangi dostun yanıbaşında
Bekletmeliyim yüreğimi?

Arsiv içinde yayınlandı | , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

KEVGIR

Bugün
Bir tencere koydum ruhumda harlayan ateşe
Ve doldurdum içine, içimdekileri
Sonra üzerini geçecek kadar su ekledim
Kaynasın biraz, dedim
Bekledim…

Kaynadı öfkem,
Kabarıp taştı nefretim
Üzerindeki köpükleri alıp
Biraz daha bekledim.

Baktım, kabukları yumuşadı
Adı konmamış hislerimin
Ve zamanla çekirdeklerinden ayrıldı
Yenilgiyle büyüyen zaferlerim.
Ama kapatmadım hemen ocağı
Kıvamını bulsun diye
Altını kısıp biraz daha bekledim…

Durdukça
Dağılıp çözülmeye
Lif lif ayrılmaya başladı tenceremdekiler
Kimi savunduklarım
kimi avunduklarım..
İnandığım,
kandığım,
körü körüne yandıklarım…
mesnetsiz isnatlarım,
amelsiz niyetlerim,
ve içi boş doğrularım…
Hepsi bir marmelat gibi birbiri içinde eriyince
İşte dedim, zamanı geldi
Şimdi indiriver de ocaktan
Şu bakır kevgirin orta yerine
Yatır artık kendini…

Kevgirin delikleri küçük ve keskin
Canımı acıtacak besbelli
Olsun dedim yine de olsun
Bunca yazılmışsa kader kitabı
Eleklerden geçirelim diyedir benliğimizi…

Aklımın kollarını sıvadıp da dirseklerine
yüklendim kevgirin deliklerine
Ovdukça ovdum nefsimi,
Neslimi,
Hislerimi…
Hiddetimi,
Şiddetimi,
Ve dahi şefkatimi…

Elerken bir yandan da söyleniyordum
Ne bal ne tatlandırıcı
Bir tutam şeker bile
katmadım deyu
ben bunun içine
Ama derinlerden bir ses
kesiverdi beni
Boş ver dedi,
boş ver, ne önemi var

Değil mi ki;
Tadı tuzu,
Ekşisi ve acısıyla,
Kevgirin altına süzülecek olan saf sensin…
Değil mi ki birazdan
arınıp tüm kalıp,
kimlik
Ve rollerinin posasından
Tencerenin dibine çökeceksin

işte o zaman
Kendi hakikatinin tadına bakmaya cesaret ettiğin kadar
Lezzetleneceksin. …

Arsiv içinde yayınlandı | , , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

ABLA




Şefkat burçlarında parıldamak istiyorsanız anneler
Yorgun kadın tohumları ekmeyin
evinizin odalarına.

Mesela;
“Aa olur mu, sen ablasın! “
diye bir cümle kurmayın
küçük yaştaki kızlarınıza.

Ballandıra ballandıra anlatmayın mesela
Siz iş yaparken,
nasıl da pışpışlayarak uyuttuğunu kardeşini,
beş çaylarında.

Takdir görmek ve sevilmek için
Evdeki bir işin ucundan tutmak gerektiğini
İnatla,
Kazımayın hafızalarına.

Akşam babaya sunulacak raporda
Tüm kardeşlerin karnesinde
Bin bir türü varken yaramazlığın
Annesine yardım etmedi diye
Ne olur, ruhunu kirletmeyin kızınızın
İşe yaramaz-lık duygusuyla.

Ahmet’in ablası diye tanıtmayın mesela
Ziyaretinize gelenlere.
Ve onun da bir kalbi olduğunu
Sık sık hatırlatın kendinize.

Odalarca dağınıklığın
Tozun, toprağın,bulaşığın
Ya da belki de kirlenmiş camın,
birikmiş çamaşırın.

Sorumluluğunu alınca üzerine
ablanın küçücük bedeni.
Hissedin,
kalbinin de
90 c de yıkanmış gibi
büzüşüp çektiğini…

Hissedin ey anneler!
Evin abla’sının,
ablanız olmadığını
peşinizi toplamaya bayılmadığını
ve böyle bir çocukluğun
yaşanmış sayılmadığını…

Diyeceğim o ki;
kızınızın hatıralarında
hünerli bir bahçıvan olarak kalmak istiyorsanız, ey anneler!
Yorgun kadın tohumu ekmeyin
evinizin odalarına.

Ki ablalar;
Tarlalarına yemyeşil bir bahçe kurmak varken
Anızlarını yakmakla meşgul olmasın,
Otuzunda
bilemedin kırkında. …

Arsiv içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Komedi Anlayışımız Üzerine

komedi anlaysmz uzTürk sinema tarihine şöyle bir baktığımızda senaristinden yönetmenine hatta zaman zaman oyuncusuna kadar sektörün içindeki birçok kişinin film türleri konusunda kafasının karışık olduğunu görüyoruz.

Tür olarak dramayı seçenler, ajitasyonun dibine vurdukları için en dokunaklı sahnelerde bile kahkahaya boğulmamıza sebep oluyor. Komediyi seçenler, seyircinin algı seviyesini 0-5 yaş arasında kabul ederek, düşme/ kalkma/ kaçma/ kovalama gibi bir dizi fiziksel eylemden güldürü unsuru çıkartmayı deniyor.

Çıtayı çocuk algısından az yükseltmeyi deneyenler, sinemaya en sadık olan genç kitleyi gözüne kestirip, söz oyunları ve bel altı esprilerle 90 dakikayı kotarma zaafına düşüyor. Korku, gerilim, fantastik vb. diğer tüm türlerde de benzer durumlar söz konusu. Film türlerinin hepsini kendi hayatımızda neredeyse aynı anda deneyimleyen bizler, bu kötü örnekler yüzünden sinemadan soğuma noktasına gelince sormadan edemiyoruz.
Bizim sinemamızdaki bu tür karmaşasının sebebi gerçekten nedir?
Antik Yunan’dan bu yana sahne sanatlarının temeli sayılan, ağlama ve gülme gibi iki ana duygu üzerine bina edilen Trajedi ve Komedi, bizim sinemamızda ne üzerine bina edilmektedir?
Dilimize pelesenk olmuş ‘İnsanları ağlatmak kolay, güldürmek zordur’ cümlesini sinemacılarımız nasıl anlamakta ve eserlerine nasıl yansıtmaktadır?
Aristo’nun Poetika’da bahsettiği ‘komedide soylu olmayan davranışlara gülünerek o davranışların cezalandırılması’ durumu bizim komedi filmlerimiz için de geçerli mi? Mesela Recep İvedik serisini izlerken gülme krizine giren seyircimiz toplumdaki tüm Recep İvedik tiplerine bir ceza mı kesiyor? Ya da serinin yapımcısı, İvedik tarzı toplumsal hayata uyum sağlayamadan tipleri ancak bir komedi filmi çekerek ıslah edebiliriz diye mi düşünüyor? Yoksa birileri biçimine, içeriğine, kalitesine, estetik değerine ve seyircisine katacağı şeye hiç önem vermeden’ ama seyirci gülüyor’ diyerek cebini mi dolduruyor?
Yanlış anlaşılmasın, niyetim; teoriyi bir turnusol kâğıdı gibi kullanarak sosyolojik tespitlerde bulunmak değil. Sadece dramatik yazarlığın teorisi üzerinden film türleri özellikle de komedi üzerinde düşünmeye çalışıyorum. Bunu yaparken de realiteyi, teoriye uydurmaya çalışmak yerine bizdeki komedinin teorisinin neye dayandığını araştırıyorum.
Bıkmadan tekrar tekrar izleyebileceğimiz, her izleyişte aynı esprilere aynı keyifle gülebileceğimiz bir komedi filmi nasıl olur, onu soruyorum. Üzerinden on yıllar geçmesine rağmen o filmleri hala komik kılan şey ne olabilir ve bu şey bizim sinemamıza nasıl dâhil edilebilir noktasını sorguluyorum.
Dünya sinemasına baktığımızda az da olsa bu tür beklentilerimizi karşılayan filmler bulabiliyoruz. 1988 ABD yapımı Dirty, Rotten, Scoundrels ile What About Bob? filmlerini bunların başında sayabiliriz. Yine A Fish Called Wanda ve Green Card filmleri de gerçek komedi türüne iyi birer örnek. Bahsedilen bu filmlerin ortak özelliği ise filmin sadece fiziksel olaylardan doğan komediden değil karakterlerin doğasındaki komediden de beslenmesi. Bu durum da açıkça ortaya koyuyor ki sinemamızın iyiye gitmesi için öncelikle senaristlerimizin karakter üzerine çalışması lazım. Duygusal bir film yapıp, karakterin başına olmadık işler açıp, derin acılar yaşatıp seyirciyi ağlatabilirsiniz. Ama güldürmek istiyorsanız illa ki komik karakter yazmak zorundasınız.

Arsiv içinde yayınlandı | , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Bu Bir İnsanlık Hikayesi

elephant manBu bir cesaret hikâyesi… Bu bir zafer hikâyesi… Ve en önemlisi de bu bir insanlık hikâyesi..
Film,  Fil Adam namıyla meşhur olmuş Joseph Carey Merrick adlı 27 yaşında vefat etmiş İngiliz bir vatandaşın gerçek ve çarpıcı hayat hikâyesini anlatıyor.

Viktoria dönemi Londra’sında yaşayan ve doğuştan şekil bozukluğu olan sahipsiz bir adam, bir sirk ustası tarafından kaçırılarak kafese kapatılıyor. Kafes hayvanı gibi bakımı yapılan, beslenene ve müşterilere bir eğlence olarak sunulan bu adam zamanla konuşmayı unutup bir hayvan gibi davranmaya başlıyor. Ancak bir gün sirke gelen bir doktor, olayların iç yüzünü seziyor ve Fil Adamı kafesten kurtarıp tedavi etmeye çalışıyor. Ancak insanların ötekileştirici alayları, menfaat beklentileri ve sağlık sektöründeki otoritelerin nemelazımcılıkları zaten zor olan tedavi işini daha da zorlaştırıyor. Tüm bunlarla bir başına uğraşmak zorunda kalan doktor aslında sadece Fil Adamı değil kendi ruhundaki önyargıları  tedavi ediyor.
Film boyunca vücudu insani formda olmayan bir adamın nasıl üstten bir bakışla ötekileştirildiğini görüyoruz. Bu bakışa sahip oyun karakterlerine kızıyor, kırılıyoruz. Ancak bu üstten bakış sadece filmde değil gerçek hayatta da peşimizi bırakmıyor. Bakın bu örnekteki gibi.

Siyahi bir arkadaş, İstanbul’un göbeğinde, Sultanahmet’te gezmeye çıkıyor. Gezerken onu gören bir çocuk annesinin elini bırakıp kaçmaya başlıyor. Kaçarken de parmağıyla arkadaşı işaret ederek bağırıyor: Anne! Bak şeytan! Hem de senin dediğin gibi, kapkara! Acı ama gerçek. Toplumumuzda hala böyle şeyler yaşanıyor. Hiç olmazsa biz bakışlarımızı eğitmek için Fil Adamı izleyelim…
Ayrıca Yönetmeni David Lynch’e büyük saygınlık ve şöhret kazandıran bu klasik filmin, 1981 yılında Oscar’a 8 dalda aday olma başarısını gösterdiğini de hatırlatmadan geçmeyelim.

Arsiv içinde yayınlandı | , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Heceler 1

hece 1

Arsiv içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Heceler 2

hece 2

Arsiv içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Tohum

Küçücük bir tohumum ben
Agaç olmaya niyetli
Meyve vermeye hevesli
Küçücük bir tohum
Fakat bunca zamandır
nasıl büyüyüp serpileceğimi
bilmiyordum.


Yıllarca
türlü rüzgar esti üzerimden
Savurdu beni bambaşka coğrafyalara.
Bazen sert kayalara çarpıp aşındı yüzeyim,
bazen ince sızılarla kanadı yüreğim.
Ama hep tekrarladım içimden,
ben sadece bir niyetim
Oldursa da
öldürse de
Her hal-ü karda bahçivanıma teslimim
Çünkü
aczdir benim bütün servetim.
Ben böyle teselli ettikçe kendimi
kara kışa döndü mevsimlerim
Sağnak yağmur, boran, kar
Fırtına ve ayaz oldu
yaşadıkça nasibim.
Hele birgün
öylesine deli çağlıyordu ki gözyaşı selim
çamura döndü
içim, dışım, her yerim
ve ben
yani en zayıf halkası evrenin
bu amansız bataklığın içinde
kayboluverdim.


Derken zaman geçti
Hasar tespiti yaptı
Gönül bahçemi tımar edenim.
Ve dedi ki
Kurutabilmek için bu isyan bataklığını
Daha çok toprak dökmek lazım üzerine
Önce bir avuç
Sonra bir kulaç
Daha ötesi bir insan boyunca imtihan
Yığıldı üzerime.
Sıkılaşşın diye bir de
Traktörle yürüdüler tepemde
Her darbesiyle tekerleklerin
İniverdim bir kat daha derine
Bilmem kaç tabaka altına düştüğümden olsa gerek nefsimin
Hala mağma kadar sıcaktı benliğim.
Oysa bir yudum su yetecekti
Teskin etmeye kalbimi
Ve tazecik bir filiz vermem için
Bir tutam yaşama sevinci
Biraz daha günışığı,
Ve belki de tek ihtiyacım olan şeydi:
Mana atmosferinin
sadra şifa havası
Fakat karanlığın en koyusu
yalnızlığın en zorlusuydu kaderim.
Neyleyim, dedim.
Ben sadece bir niyetim.
Ağaç olmaya yoksa da kabiliyetim
Burada böylece kurur giderim.
Neyleyim,
Beklemektir şimdi en dokunaklı şiirim.
Mısra mısra kanar,
Dize dize ağlar
Sabrederim
Çünkü
Kafiyesini yalnız ‘O’ tutturabilir
Ruhumdaki dengenin
Öyleyse, dedim bu kez
Teslimim!
Bu benim karanlığım çünkü
Kabullenebilirim.
Bu bitkilerin köklerine yuvalanan solucan
Belki de benim olumsuz düşüncelerim,
Şurada çöreklenen yılan sinsi öfkem,
Uğruna,
Nice sahneler yıkıp viran ettiğim
Bu irili ufaklı,
bu tüylü
ya da uzun bacaklı böceklerin hepsi
benim gerçeğim;
kimisi çocukluk hikayem,
kimisi gençliğim,
kimisi hayatıma teğet geçenlerim..

Yok,
öyle kıyasıya eleştiriyorum sanmayın sakın
Haksızlık etme,
demeyin kendine
Çünkü
gece, gündüzü doğurandır
Farkındayım.
Börtü böcek,
kurt ve sinek
Varoluş hikmeti çözülürse
Gübre olur yeryüzünün en nadide çiçeklerine
Farkındayım.
Farkındayım…
bunca toprak atılması üzerime
Çatlasın diye sabır taşım,
Aksın diye gönül yaşım,
Bitsin diye fıtratla savaşım…
Görsün diye kendisini
Çözsün diye hikmetini
Sevsin diye kaderini
Akılsız başım…
Farkındayım;
Kök salmak için burada olduğumun
Mayalanmak için yoğrulduğumun
Ve bir hurma ağacının altında
Kendi ‘Kelime’mden doğurulduğumun…
Farkındayım…

Arsiv içinde yayınlandı | , , ile etiketlendi | Yorum bırakın